BERCESTE VE İZAHI – 135–
BERCESTE VE İZAHI – 135–
1. Kalp Hânesinin Biricik Sâhibi: Hak
İktibas
Bu misâfirhânenin fâniliğin fehmeyleyen
Hâne-i kalbinde Hak’dan gayrı mihmân istemez.
Kuşadalı İbrahim Halvetî
İzahı: Bir misafirhaneye benzeyen bu dünyanın fani olduğunu idrak eden insan, kalp evinde Allah’tan başka bir misafirin olmasını istemez.
Hikmet, İbret ve Tefekkürle Donanmış Bir Makale
Hayat, derûnî bir nazarla bakıldığında, sonu belli bir seferden ibarettir. İnsan bu sefere bir misafir olarak gönderilmiş, dünya ise onun muvakkat bir müddet konaklayacağı bir misafirhane olarak döşenmiştir. Kuşadalı İbrahim Halvetî Hazretleri’nin bu hikmetli beyti, bu temel hakikati idrak etmenin, insanın bütün bir manevî hayatını nasıl şekillendirdiğini tasvir eder. Beytin ilk mısraı, bir idrak ve fehmetme eylemine işaret eder: “Bu misafirhanenin fâniliğini fehmeyleyen.” Bu fehmetme, kuru bir bilgi değil, bütün zerreleriyle hissedilen bir şuur halidir. Bu şuur, insana, etrafını saran aldatıcı parıltıların, geçici heveslerin ve sonu olan sahipliklerin ötesine bakma basiretini kazandırır.
Misafir olduğunu bilen bir kimse, konakladığı hanın duvarlarını altınla kaplamaya, temellerini ebedî kılmaya çalışmaz. Bilir ki az bir zaman sonra oradan ayrılacaktır. Onun bütün gayesi, bu handa kendisine verilen vazifeleri ifa etmek ve asıl vatanına en güzel şekilde avdet etmektir. İşte bu şuur, ikinci mısrada zikredilen o ulvî neticeyi doğurur: “Hâne-i kalbinde Hak’dan gayrı mihmân istemez.”
Kalp, insanın hakiki hanesidir; ceset ise o hanenin dış duvarlarıdır. Kalp, Cenâb-ı Hakk’ın nazar ettiği, imanın ve marifetin merkezi olan bir arş-ı Rahman’dır. Böylesine mükerrem bir makama, fâni, geçici ve kıymetsiz “mihmanları” yani misafirleri doldurmak, o hanenin asıl sahibine karşı en büyük hürmetsizliktir. Nedir bu misafirler? Makam sevgisi, mal hırsı, fâni şahıslara duyulan aşırı muhabbet, haset, kin, kibir gibi gelip geçici ama kalbi işgal eden her türlü duygu ve düşüncedir. Bunlar, kalbi hem yoran hem de kirleten, asıl sahibinin tecellisine perde çeken davetsiz misafirlerdir.
Tarih, bu hakikatin sayısız misaliyle doludur. Mülküne güvenen nice hükümdarlar, servetiyle övünen nice zenginler, bu misafirhaneden elleri boş ayrılmışlardır. Onların handa biriktirdikleri, kendilerine yoldaş olmamıştır. Lâkin kalbini sadece Hakka tahsis edenler, o hanenin sahibinin rızasını kazanarak ebedî saadet yurduna göçmüşlerdir. Onlar, fâni olanı terk ederek Bâkî olanı bulmuşlardır. İnsan, kalbini masivadan, yani Allah’tan gayrı her şeyden temizlediği ölçüde, o kalpte marifet nurları parlamaya başlar. Zira iki zıt bir arada bulunmaz. Bir kalpte hem dünya sevgisi hem de Allah sevgisi kemâliyle barınamaz. Biri diğerine galebe çalar. Ârif insan, bu tercihi en başta yapan ve kalbini sadece sahibine açan kişidir.
Hülâsa
Bu beyit, dünyanın geçici bir misafirhane olduğunu idrak eden kâmil bir insanın, kalbini fâni sevgilerden ve geçici arzulardan temizleyerek sadece mutlak sahip olan Cenâb-ı Hakk’ın sevgisine ve zikrine tahsis ettiğini anlatır. Kalp, Allah’ın evi kabul edildiğinde, oraya O’ndan başka hiçbir “misafir” kabul edilmez. Bu, manevî arınmanın ve hakiki imanın en üst mertebesidir.
2. Mülkün Hakiki Sâhibi ve Aldatıcı Sahiplenme Hırsı
İktibas
Ârif-i ma’nâ isen kılma tehâlük âleme
Mülk-i dünyâ kimseye mâl olmamış olmaz yine.
Leskofçalı Gâlib
İzahı: Manevi ilimlere vâkıf bir ârif isen bu âleme büyük bir arzu ile bağlanma. Bu dünyanın mülkü kimseye ebedi olarak mal olmamış, yine olmaz.
Hikmet, İbret ve Tefekkürle Donanmış Bir Makale
Leskofçalı Gâlib, bu veciz beytinde, insanın dünya ile olan münasebetinin nasıl olması gerektiğine dair cihan şümul bir ölçü koymaktadır. Beytin anahtar kavramları “ârif-i ma’nâ” ve “tehâlük”tür. “Ârif-i ma’nâ”, eşyanın ve hadiselerin zahirî suretinin ardındaki derûnî manayı kavrayan, hikmet nazarıyla bakan kimsedir. “Tehâlük” ise, basit bir istek veya arzu değil, sonu gelmez bir hırsla, açgözlülükle, helak olcasına bir şeye bağlanmaktır. Şair, mananın ârifi olan kişiye seslenerek, onu âleme karşı bu helak edici hırstan men etmektedir.
Neden? Çünkü ikinci mısra, tarih boyunca değişmeyen bir hakikati haykırmaktadır: “Mülk-i dünyâ kimseye mâl olmamış olmaz yine.” Dünya mülkü, el değiştiren bir gölge gibidir. Ne kadar sıkı tutulursa tutulsun, avuçlardan kayıp gitmeye mahkûmdur. Tarih sahnesi, bu gerçeğin en büyük ispatıdır. İskenderler, Sezarlar, Firavunlar ve Karunlar, yeryüzünün hazinelerine ve saltanatlarına sahip olduklarını zannettiler. Ordularıyla, saraylarıyla ve biriktirdikleriyle ebedî kalacaklarını sandılar. Lâkin ölüm meleği kapılarını çaldığında, kefenden başka bir şeyi yanlarına alamadılar. Onların “benim” dedikleri her şey, geride kalanlar için yeni bir sahiplenme mücadelesine dönüştü.
Bu hakikat, Kur’an-ı Kerim’de de defaatle vurgulanır. Mülk Suresi’nin ilk ayetinde buyrulduğu gibi:
“Mutlak hükümranlık elinde olan Allah, her türlü övgüye lâyıktır. O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Mülk, 67/1)
Mülkün hakiki sahibi Allah’tır. İnsana verilenler ise birer emanettir. Ârif insan, bu emanet şuuruna sahip olan kişidir. O, kendisine verilen mülkü, rütbeyi veya imkânı, bir imtihan vesilesi olarak görür. Onu, sahibinin rızası doğrultusunda kullanmaya gayret eder. Gafil ise, emanete hıyanet ederek ona sahip çıkmaya çalışır, onu putlaştırır ve bu uğurda helak olur. Tehâlük, bu gaflet halinin en tehlikeli tezahürüdür. İnsanı doyumsuz yapar, şükrü unutturur ve kalbini katılaştırır.
Dünya mülküne karşı tehâlük göstermemek, ondan tamamen el çekmek, bir lokma bir hırka ile yaşamak manasına gelmek zorunda değildir. Asıl olan, kalbin bu fâni mülke bağlanmamasıdır. Elin işte, gönlün ise Yâr’da olmasıdır. İnsan, dünyanın imkânlarını kullanarak hayırlı işler yapabilir, medeniyetler kurabilir, ilim üretebilir. Ancak bütün bunları yaparken, bir gün bu misafirhaneden ayrılacağını ve bütün bu “mülk”ü geride bırakacağını bir an bile hatırından çıkarmamalıdır. İşte bu şuur, insanı tehâlükten koruyan en sağlam kalkandır.
Hülâsa
Beyit, mananın ârifi olan bilge kişilerin, dünyanın geçici mülküne karşı hırslı ve açgözlü bir tutum sergilemeyeceğini, çünkü tarihin ve aklın, dünya mülkünün kimseye ebediyen kalmadığını ve kalmayacağını açıkça gösterdiğini ifade eder. Hakiki mülk sahibinin Allah olduğu şuurunda olan insan, kendisine verilen emanetlere kalbini bağlamaz ve aldatıcı bir sahiplenme hırsına kapılmaz.
3. Kâderin Mechûliyeti ve İnsana Hürmet
İktibas
Görme ahkar kimseyi cânâ kader meçhûldür
Hakk’ın ednâ bir kulu a’lâ olur âlem bu ya.
Mustafa Safvet Efendi
İzahı: Ey benim canım! Sen kimseyi kendinden küçük ve hakir görme, çünkü kader meçhuldür. Alem bu ya, Hakk’ın sıradan, hakir bir kulu gün gelir yüce bir mevkiye ulaşıverir.
Hikmet, İbret ve Tefekkürle Donanmış Bir Makale
Mustafa Safvet Efendi’nin bu beyti, insani münasebetlerin temeline yerleştirilmesi gereken en temel faziletlerden birini, tevazuu ve mahlûkata şefkatle bakmayı telkin eder. İnsan, tabiatı icabı, kendisini başkalarıyla mukayese etme meylindedir. Bu mukayese, nefs ve enaniyetin tesiriyle kolayca bir üstünlük vehmine, yani kibre dönüşebilir. Kibir ise, başkalarını “ahkar görmek”, yani küçük ve değersiz görmek hastalığını doğurur. Şair, “cânâ” diye seslenerek, bu tehlikeli hastalığa karşı samimi bir ikazda bulunur.
Bu ikazın temel dayanağı ise sarsılmaz bir hakikattir: “kader meçhûldür.” Kimin yarın ne olacağını, hangi mertebelere ulaşacağını veya hangi imtihanlarla karşılaşacağını bilen yegâne varlık Cenâb-ı Hak’tır. Bugün hor ve hakir görülen, fakir veya makamsız bilinen bir kimsenin, yarın ilahî bir takdirle en yüksek mevkilere çıkmayacağının hiçbir garantisi yoktur. Tarih, çobanlıktan hükümdarlığa, kölelikten vezirliğe yükselen sayısız insanın ibretli hayat hikâyeleriyle doludur. Hz. Yusuf (a.s.), köle olarak satıldığı Mısır’a sultan olmuş; Kâbe’nin üzerine çıkıp ezan okuma şerefi, bir zamanların kölesi olan Hz. Bilâl-i Habeşî’ye nasip olmuştur.
İkinci mısra bu durumu, “âlem bu ya” diyerek hayatın değişmez bir kanunu olarak sunar. Yani dünyanın yapısı, nizamı böyledir; inişler ve çıkışlarla, tecellilerle doludur. Allah, izzeti de zilleti de dilediğine verir. Bugün “ednâ” (en aşağı) görünen bir kul, yarın Allah katında veya insanlar nazarında “a’lâ” (en yüce) olabilir. Bu durumun tersi de mümkündür. Bugün makam ve servetinin zirvesinde olan bir kibirli, yarın her şeyini kaybederek en aşağı duruma düşebilir.
Bu beyitteki asıl hikmet, insanlara zahirî durumlarına, yani giyimlerine, servetlerine veya sosyal statülerine göre değer vermenin ne kadar büyük bir yanılma olduğunu göstermesidir. İnsanın hakiki değeri, Allah katındaki takvası, ihlası ve ahlakıdır. Dışarıdan bakıldığında toz toprak içinde görünen nice Allah dostları, aslında maneviyat âleminin sultanlarıdır. Onları hor gören bir göz, aslında kendi manevî körlüğünü ortaya koymuş olur.
Bu sebeple, mü’mine yakışan tavır, kim olursa olsun, hiçbir insanı hor görmemek, kınamamak ve her yaratılana Yaradan’dan ötürü bir hürmet nazarıyla bakmaktır. Zira hor görülen o kişinin içinde, Allah’ın saklı bir velisi yatıyor olabilir. Veya o anki günahkâr hali, samimi bir tövbe ile yerini büyük bir makama terk edebilir. Kısacası, kaderin sırrına vâkıf olamayan biz aciz kullara düşen, haddimizi bilmek ve herkese karşı mütevazı olmaktır.
Hülâsa
Bu beyit, kibrin en çirkin tezahürü olan başkalarını küçük görme hastalığına karşı bir uyarıdır. Kaderin sırlarla dolu ve bilinmez olduğu, dünyanın ise sürekli bir değişim içinde bulunduğu hatırlatılır. Buna göre, bugün en aşağıda görünen bir kimse, Allah’ın takdiriyle yarın en yüce mertebelere ulaşabilir. Bu yüzden akıllı insana düşen, kimseyi hor görmeden, herkese tevazu ve hürmetle muamele etmektir.
4. Can Kafesi ve Çürük Diş Istırabı
İktibas
Bu elem yurdu denî dünyânın
Derdine mihnetine gāyet yok
Bir çürük diş gibidir bence bu cân
Çıkmadan sâhibine râhat yok.
Ferîd Kam
İzahı: Elem, sıkıntı yurdu olan bu alçak dünyanın derdinin mihnetinin bir sonu yok. Bence bu can, bir çürük dişe benziyor. Çıkmadan sahibine rahat yok.
Hikmet, İbret ve Tefekkürle Donanmış Bir Makale
Ferîd Kam, modern dönem düşünce ve edebiyatımızın mühim simalarından biri olarak, bu dörtlüğünde dünyanın yapısına ve insanın bu yapı içindeki konumuna dair son derece sarsıcı ve düşündürücü bir teşbihte bulunur. Dörtlüğün ilk iki mısrası, dünyanın temel vasfını ortaya koyar: “elem yurdu” ve “denî” (alçak, aşağı) bir mekan. Bu yurtta dert ve mihnetin bir sonu, bir sınırı (“gāyet”) yoktur. Bu, bir karamsarlık ifadesinden ziyade, bir durum tespitidir. Zira imtihan dünyasının yapısı, eksiklik, fânilik ve meşakkat üzerine kuruludur. Mutlak ve sonsuz rahatlık, ancak ebediyet yurdunda mümkündür.
Bu tespitten sonra şair, asıl vurucu teşbihini üçüncü mısrada yapar: “Bir çürük diş gibidir bence bu cân.” Canın, yani bedene hapsolmuş ruhun veya bu bedendeki hayatın, çürük bir dişe benzetilmesi son derece orijinal ve güçlüdür. Bu teşbihin hikmetleri üzerinde durmak gerekir:
• Sürekli Istırap Kaynağı: Çürük bir diş, ara ara kendini hatırlatan, sızısıyla insanın bütün huzurunu kaçıran, yediğinden içtiğinden lezzet almasını engelleyen sinsi bir ağrı kaynağıdır. Tıpkı bunun gibi, bu bedendeki hayat da, hastalıklar, kayıplar, endişeler ve ayrılıklar gibi sürekli bir ızdırap potansiyeli taşır. Tam “rahat ettim” denilen anda, yeni bir dert, yeni bir sızı ortaya çıkar.
• Geçici Çözümlerin Yetersizliği: Çürük dişin ağrısı, bazen ilaçlarla, geçici pansumanlarla dindirilmeye çalışılır. Ancak kökteki çürüme devam ettiği müddetçe, bu çözümler kalıcı bir rahatlık sağlamaz. Dünyadaki dertler için bulduğumuz çözümler de böyledir. Zenginlik, makam, eğlence gibi dünyevi pansumanlar, varoluşsal sancıları ve temel ızdırapları sadece bir süreliğine unutturur, ama ortadan kaldırmaz.
• Tek Gerçek Çözüm: Şair, bu ızdırabın nihai çözümünü son mısrada açıkça ifade eder: “Çıkmadan sâhibine râhat yok.” Çürük bir dişten kurtulmanın ve tam bir rahata ermenin tek yolu, onun çekilip çıkarılmasıdır. Benzer şekilde, bu “elem yurdu” olan dünyanın ve “çürük diş” misali ızdırap veren bu fâni bedenin sıkıntılarından kurtulup hakiki rahata kavuşmanın tek yolu da, ruhun bu bedenden “çıkması”, yani ölümle birlikte asıl sahibine, Rabbine dönmesidir.
Bu şiir, ölümü bir son, bir yok oluş olarak değil; bir kurtuluş, bir rahata kavuşma kapısı olarak tasvir eden İslâmî ve tasavvufî bakış açısının bir yansımasıdır. Bu, hayattan bezginlik arzusu değil, dünyanın fâni ve meşakkatli yapısını idrak ederek, asıl huzurun ancak Allah’a kavuşmakla mümkün olacağı şuuruna ermektir. Bu şuur, insana dünyadaki sıkıntılara karşı bir sabır ve tahammül gücü verir.
Hülâsa
Ferîd Kam, bu dörtlüğünde dünyayı sonu gelmez dert ve sıkıntıların olduğu bir “elem yurdu” olarak tasvir eder. Bu dünyadaki fâni hayatı, sahibine sürekli ızdırap veren bir “çürük dişe” benzetir. Nasıl ki çürük dişin ağrısından kurtulmanın tek kesin yolu onun çekilmesi ise, bu dünyanın ve bedenin getirdiği sıkıntılardan kurtulup mutlak rahata ermenin tek yolu da ölümle ruhun bedenden ayrılmasıdır. Bu, ölümü bir kurtuluş ve hakiki huzura açılan bir kapı olarak gören derin bir tefekkürün ürünüdür.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
26/10/2025
![]()